ADRES: İlküvez Taşkesiği Mahallesi Çaybaşı-ORDU Tel: 0 452 393 58 85 |
13 sayısının uğursuz olduğuna
ilişkin inanç dünyada o kadar yaygındır ki, yaşamı birçok yönde ciddi olarak
etkilemektedir. Bazı ülkelerde evlerin kapılarına 13 numarası verilmez,
uçaklarda 13. koltuk sırası yoktur, apartmanlarda, otellerde 13. kat ya 1 2 A' dır ya da 1 4 'tür. 13
numaralı oda yoktur. Olsa bile insanlar o odada kalmak istemezler. Hatta ayın 1
3 'ünde işe gelmeme, uçak ve tren rezervasyonlarının iptali, alışverişin
düşmesi ve benzeri davranışların ABD 'ye günde milyonlarca dolara mal olduğu
söylenmektedir. Bu inanç bir fobi yani bir çeşit korku hastalığı olarak kabul
edilmiş olup adı 'triskaidekaphobia'dır.
Genel olarak bu inancın, Hz. İsa'nın meşhur son yemeğindeki havarilerin
sayısından kaynaklandığı sanılsa da, kökü çok daha eskilere mitolojik
tanrıların yaşadığına inanılan çağlara, İskandinavya topraklarına kadar gider.
O zamanlarda ışık ve güzellik tanrısı Balder bir ziyafet verir. Balder Vikking'lerin
meşhur tanrısı Odin ile Frigga'nın oğulları olup, ay
kraliçesi Nanna'mn da
eşidir. Bu ziyafete 12 kişi davetli iken, yalanların ve hilelerin tanrısı Loki, davetli olmadığı halde,
zorla 13. kişi olarak katılmak ister. Ancak bu arada çıkan tartışmada, Loki diğer tanrılar tarafından da
çok sevilen Balder'i
öldürür.
Bu mitolojik hikaye ve inanış İskandinavya'dan Avrupa'nın
güneyine kadar yayılır. Hıristiyan din adamları bu halk masalını kullanırlar ve
Hz. İsa'nın son yemeğine
uygularlar. Hıristiyan versiyonunda Balder'in
yerini Hz. İsa, Loki'nin yerini de hain Judas alır. Bu yemekten sonra 24
saat içinde de Hz. İsa
çarmıha gerilerek öldürülür. Bu nedenle Hıristiyanlarda akşam yemeğinde 13 kişi
bir araya gelirse bunlardan birinin başına bir felaket geleceğine inanılır.
Bu inanışlara göre 13 sayısı uğursuzdur ama ayın cumaya
rastlayan 13. günü hepten uğursuzdur. Ancak böyle bir günde doğmuşsanız tam
tersi, yani 13 sizin uğurlu gününüzdür.
Cuma gününün uğursuz sayılmasına Havva anamızın Adem
babamıza elmayı (bence "ayva"yı!) cuma günü yedirtip cennetten
kovulmasına sebep olması, Hz.
Nuh zamanındaki büyük selin cuma günü olması, Hz. İsa'nın cuma günü çarmıha gerilmesi gibi
olaylardan biri veya hepsi neden olmuş olabilir. Müslümanlar ise Hz. Adem'in cuma günü
yaratıldığına inandıklarından bu güne diğer günlerden daha çok değer verirler.
13
sayısının uğursuzluğuna duyulan inancın kökeninde bir yıl içinde ayın 13 kez
dolunay olarak gözükmesinin yattığını söyleyenler de vardır.
Oyun kartlarının nerede ve ne zaman ortaya çıktığı tam olarak
bilinmiyor. 7. ve 10. yüzyıllar arasında Çin'de ortaya çıktığı ve 13. yüzyılda Marco Polo tarafından Avrupa'ya
getirildiği tahmin ediliyor. Hindistan'dan veya Arabistan'dan geldiğini ileri
sürenler de var arna
bugünkü şekilleriyle kullanılmalarının 14. yüzyıl Fransa'sına dayandığı kesin
gibi.
O tarihlerde, Fransa'da dört sınıf vardı ve iskambil
kağıtlarındaki kupa, maça, karo ve sinek bu dört sınıfı temsil ediyordu. Kupa
bir kalkanı andıran şekli ile asil sınıfı ve kiliseyi, maça bir mızrağın ucunu
çağrıştıran şekli ile orduyu, karo ticari deniz işletmelerinin eşkenar dörtken
kiremitlerinden esinlenerek orta sınıfı, sinek ise yonca yaprağına benzeyen
şekli ile köylüyü temsil ediyordu. Bugün briç, poker veya benzeri oyunlarda,
kupanın en değerli, sineğin ise en değersiz kart olmasının nedeni işte bu
sınıflamadır.
Aslında bizde papaz adı verilen kartın adı İngilizce'de
kral (king), kızın ise
kraliçedir (queen). Vale
veya oğlan için ilk zamanlarda düzenbaz anlamına gelen 'knave' kelimesi kullanılırken, günümüzde 'jack' ismi kullanılmaktadır. Yani
yabancı kartlarda kral ve kraliçe evli iken, bizde biraz yaşlı görülerek krala
papaz adı verilmiş, kraliçeye de 'kız' denilerek oğlana layık görülmüştür.
Bazı ülkelerde oyun kartlarında değişik isim ve semboller
kullanılmasına rağmen, en yaygın olanı Fransızların kullandıklarıdır.
Fransızlar 'maça' şeklini mızrağa benzeterek 'pique' adını vermişlerdir. İngilizce'de ise aynı
anlamdaki 'spades' kelimesi
kullanılmaktadır. Her ne kadar bir kalkanı andırdığı için asil sınıfı temsil
ettiği ileri sürülse de 'kupa' klasik bir kalp şeklidir. Bu nedenle Fransızlar
ona 'coeur', ingilizler ise 'heart' adını vermişlerdir.
'Karo' için Fransızca'da kare anlamındaki 'carreau' kullanılırken İngilizler
elmas anlamındaki 'diamond'u
tercih etmişlerdir. Bizim 'sinek' dediğimiz şekil ise çok açık üç yapraklı bir
yoncadır. Fransızlar bu anlamdaki 'trefle'
kelimesini kullanırlarken, İngilizler 'club'
(kulüp) ismini kullanmışlardır.
İşte bu nedenle briç oyuncuları 'maça'ya 'pik', 'kupa'ya
'kör', 'sinek'e de 'trefli'
derler, zaten aslına uygun olan 'karo'yu da olduğu gibi kullanırlar. Birli,
papaz, kız ve oğlan için kullanılan as, rua,
dam ve vale isimleri de yine Fransızca karşılıkları As, Roi, Dame
ve Valet kelimelerinden
dilimize geçmiştir.
Kışın çok kar yağışı alan bir bölgede yaşıyorsanız,
karayolları görevlilerinin yollardaki buzlanmayı gidermek için tuzu
kullandıklarını görmüşsünüzdür. Ancak tuz aynı zamanda dondurma yapımında da
kullanılmaktadır. Peki ama tuz, bu iki ters gibi görülen işlevi nasıl
becermektedir?
Herkesin sandığının aksine tuz suyun içinde şekerin
eridiği gibi erimez. Tuz buzun içine girince onu çözer. Tuz yine kalır ama buz
çözüldüğü için artık o su değil, tuzlu sudur ve erime noktası saf sudan daha
düşüktür.
Buzlanmış yollara tuz döküldüğü zaman, tuz önce buz ile
çözümlenerek bir buzlu su tabakası oluşturur ve bu çözeltinin donma noktası
düşük olduğundan, sıfırın altındaki sıcaklıklarda bile donmadan kalabilir.
Günümüzde ABD'de üretilen tuzun yüzde 45'i yollardaki buzun eritilmesinde
kullanılmaktadır.
Bilindiği gibi su, sıcaklığı sıfır dereceye varınca donar.
Suya tuz ilavesi ile bu donma sıcaklığı da düşer. Suya yüzde 10 tuz ilavesi
donma sıcaklığını -6 dereceye indirir. Yüzde 20 tuz karıştırılmış su ise -16
derecede donar. Ancak yolun veya buzun ısısı -16 dereceden de az ise artık
tuzun erimede pek etkisi olmaz, sadece buzun üstünde kalarak tekerleklerin
kaymasını azaltabilir.
Dondurma yaparken de karışımın çevresinde çok düşük ısıya
ihtiyaç vardır. Dondurma karışımının etrafındaki ısının çok düşük olması, ancak
bu düşük ısıda karışımın donmaması gerekir. Burada eklenen tuz karışımın sıfır
derecenin altında bile donmadan dondurmanın oluşturulmasını sağlar.
Hatırlarsanız 'Titanic'
filminde okyanus suyunun ısısı sıfırın birkaç derece altında olmasına rağmen,
deniz suyunun yüzeyi, içindeki tuz nedeni ile hala donmamıştı.
Bizde altının saflığını gösterme ölçüsü olarak genellikle
'ayar' kelimesi kullanılır, ama uluslararası piyasada kullanılan kelime
'kırat'tır. 'Kırat' hem altının, hem de elmas ve diğer kıymetli taşların
ölçümünde kullanılan bir birimdir.
Elmas ve değerli taşlan ölçmede kullanılan 'kırat'ın bir
birimi 200 miligrama (0,200 gram) eşittir. Yani 20 gramlık bir elmasınız varsa,
bu 100 kıratlık bir elmastır. Doğada bulunan elmasın büyüklüğü çok seyrek
olarak bir santimetrenin üzerindedir. Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 3.106
kıratlık 'Culli-an'dır.
Bundan 530 ve 517 kıratlık iki büyük ve 100 küçük elmas işlenmiştir.
Altında kullanılan 'kırat' veya 'ayar' ise altının
saflığını gösterir. 24 kırat (ayar) altın, içinde karışık başka bir metal
olmayan yüzde yüz saf altındır. Tamamen saf altın çok yumuşak olduğundan
genellikle bakır veya gümüş ile karıştırılır. Her bir kırat (ayar) altının
tümünün 24'de biridir. Örneğin bir bileziğin 24'de 18'i altın, 24'de 6'sı da
gümüşten yapılmışsa, o bilezik 18 kırat
(ayar) altındır.
Altını ölçmede kullanılan bu komik sistem, yaklaşık bin
yıl evvelki Almanların Mark isimli bir altın parasından kaynaklanmaktadır.
Tamamen saf altından yapılan bu para 4,8 gramdı ve elmas ölçü biriminde
ağırlığına göre 24 kırat ediyordu. Sonradan içine başka maddeler
karıştırıldıkça içindeki altın miktarına bağlı olarak kırat ölçüsü düşürüldü.
Altın beyaz, kırmızı, sarı gibi çeşitli renklerde
beğenimize sunulur. Altın, bakır ile karıştırılmışsa 'kırmızı altın', gümüş ile
karıştırılmışsa 'sarı altın', nikel veya platin gibi metaller içeriyorsa 'beyaz
altın' adı verilir.
Bir zamanlar herkes İngilizler gibi yolun solundan
gidiyordu. Bunun için de çok geçerli bir sebep vardı.
Yüzyıllarca önce yolun karşısından gelenin dost mu, yoksa
düşman mı olduğunu kestirmek mümkün değildi. İnsanların çoğu sağ ellerini kullandıkları
için, yolun solundan, duvar dibinden (yaya veya atla) giderek sol taraflarım
emniyete alır, sağ ellerini kılıçlarını hemen çekecek şekilde hazır
bekletirlerdi.
Yolun solundan seyahat, ilk defa 1300 yıllarında, papanın
Roma'ya gelecek hacıların yolda karmaşaya sebep vermemeleri için, yolun
solundan gitmelerini söylemesiyle resmileşti ve yüzyıllar boyu devam etti.
18. yüzyılın sonlarında ABD'de birçok atın çektiği posta
arabalarında, sürücü koltuğu yoktu ve sürücü en arkada ve soldaki atın üstünde
oturuyordu. Bu da yolun solundan gidildiğinde karşıdan geleni ve yolun
kontrolünü zorlaştmyordu.
Çok geçmeden
ABD'de trafik sağdan işlemeye başladı. Fransız İhtilali sırasında, ihtilalin
liderlerinden Maximilien Ro-bespierre, büyük bir olasılıkla Katolik kiliseye
meydan okuyanlara bir jest olsun diye, Parislilerden yollann sağından gitmelerini istedi.
Bir süre sonra aslında kendisi de bir solak olan Napolyon,
or-dulanndaki ikmal arabalannın yollann
sağından gitmeleri emrini verdi ve zaptettiği her ülkede de bu uygulamayı
hayata geçirdi.
İngiltere hiçbir zaman Napolyon tarafından zapt
edilemediğinden İngilizler yolun solundan gitme alışkanlıklanndan vazgeçmediler. Avustralya,
Hindistan gibi tüm eski sömürgelerinde de bu usulü devam ettirdiler. Zaten İngilizler'de Amerikalılardan
farklı olarak sürücü arabanın üstünde ve sağında oturuyordu.
Modern araba teknolojisinin gelişmesi ile bu gelişimin
dünyada öncüsü olan ABD'de sürücü koltuğu ve direksiyon sağdan gidişe uygun
olarak sola konuldu ve dünyanın birçok bölgesinde bu şekilde yaygınlaştı.
İngiltere'de ve eski sömürgelerinde, trafik akışını sağ
şeride almanın faturası o kadar yüklüdür ki, artık isteseler de kolay kolay bunu yapamazlar.
Hangi ülkede olursanız olun, trafiğin yönü ister sağdan
olsun ister soldan, karşıdan karşıya geçmeden
önce, siz yine de her iki yöne bakmayı ihmal etmeyin.
Trafik ışıklan uygulaması, önceleri demiryollarının
trenleri kontrol için uyguladığı sinyaller örnek alınarak başlamıştır. Demiryolları
idaresi kırmızı rengi 'dur' sinyali olarak seçmişti. Kırmızı renk kan rengi
olduğundan asırlar boyu tehlikenin, tahribatın ve ölümün simgesi olmuştur.
Demiryolları ilk faaliyete geçtiği 1830'lu yıllarda
'ikaz' ışığının rengi yeşil, 'geç' ışığının ise beyazdı.
Bir süre sonra beyaz sinyal problem yaratmaya başladı.
Beyaz renkli 'geç' sinyali diğer sokak lambaları ile karıştırılabiliyordu.
Ama daha da kötüsü 'dur' işaretlerine konulan kırmızı mercekler yerlerinden
düşünce ışık beyazlaşıyor, 'geç' sinyali olarak algılanıyor ve kazalara yol
açabiliyordu.
Sonunda demiryolcular kırmızıyı 'dur', yeşili 'geç' san
rengi de 'ikaz' sinyali olarak kullanmaya başladılar. Bilindiği gibi sarı, renk
spektrumu içinde en göz alıcı renktir. Böylece makinist bir sinyalin bulunması
gereken yerde beyaz ışığı görürse, bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyor ve
tedbirini alıyordu.
Karayollarına gelince, yollarda sadece atların ve at
arabalarının bulunduğu tarihlerde bile dünyanın büyük şehirlerinde trafik
sorundu. İlk trafik lambası otomobillerin ortaya çıkmasından çok önce 1868'de
Londra'da kullanıldı. Gazla yakılan ve bir eksen etrafında döndürülebilen
kırmızı ve yeşil lambalar bir yıl sonra patlayıp, kendilerini çeviren polisi de
yaralayınca bu uygulama ortadan kalktı.
Ama öte yandan otomobillerin ortaya çıkması ve şehirlerde
dolaşmaya başlamalarıyla birlikte durum iyice kötüleşti. Çeşitli şehirlerde
değişik uygulamalar yapıldı. Demiryollarındaki uygulama örnek alındı ama
demiryollarında birbirine paralel iki hat vardı. Bu sistem iki yolun kesiştiği
kavşaklarda işe yaramıyordu.
Sonunda günümüzdekilere benzeyen ilk elektrikli otomatik
trafik lambasını, ilkokul mezunu ve ABD'deki Cleveland'da otomobil sahibi ilk siyah olan Garrett Morgan geliştirdi.
1914'de ilk denemelerine başlayan Morgan 1923'de de patentini aldı. Morgan
1963'de ölümünden az önce patentini 40 bin dolara General Electric firmasına sattı.
Morgan'ın lambaları demiryollarına benzer şekilde bir 'T'
üzerinde kırmızı ve yeşil iki lambadan ibaretti. Çok geçmeden ikaz anlamında sarı lamba da ilave edildi
ve uygulama bütün dünyaya süratle yayıldı.
Aradan geçen yıllara rağmen sarı renk hala 'ikaz'
anlamındadır ama günümüz sürücüleri onu 'geç' sinyali olarak algılıyorlar.
Romalılar milattan 758 yıl önce 10 aylık takvim
uygulamasına başladılar. Bu ilk orijinal Roma takviminde aylar, gündüz ve
gecenin eşit olduğu, binlerce yıldır hayatın başlangıç zamanı olarak kabul
edilen Mart ayından başlamak üzere, Martius
(Mart), Aprilis (Nisan), Maius (Mayıs), Junius (Haziran), Quin-tilis (Temmuz), Sextilis (Ağustos), September (Eylül), October (Ekim), November (Kasım) ve December (Aralık) idi.
Bu ay adlarından Quintilis'den (Temmuz), December'a (Aralık) kadar olanlar, 5, 6, 7, 8, 9 ve
10 rakamlarının Roma'lı-larca telaffuz ediliş şekliydi
yani, Mart başlangıçlı takvime göre bu aylar yılın 5'inci, 6'ncı, 7'nci,
8'inci, 9'uncu, ve 10'uncu aylarıydılar. Bu 10 aylık takvim geride hesaba
katılmamış daha 60 gün bırakıyordu.
Yedek olarak bırakılan bu 60 gün sorun yaratınca, Janarius (Ocak) ve Februarius (Şubat) adları ile iki
ay daha eklenerek takvim tamamlandı. Yani yılın ilk ayı Martius (Mart), son ayı ise Februarius (Şubat) oldu.
Asırlar sonra milattan 46 yıl önce Roma İmparatoru Julius Caesar (Sezar), muhtemelen politik sebeplerden
takvimde bazı değişiklikler yaptı. On bir ayı 30 ve 31 gün olarak iki şekilde
düzenledi, yılın son ayı olan Şubat'a 29 gün verdi, her dört senede bir Şubat'a
bir gün ilavesini kabul etti. Ancak sonra nedendir bilinmez Janairus'u (Ocak) yılın ilk ayı olarak ilan etti.
Böyle olunca da, her 4 yılda bir eklenecek bir günün, yeni durumda yılın ikinci
ayı konumuna gelmesine rağmen Februarius'a
(Şubat) eklenilmesine devam edildi.
Julius Caesar'in beklenmeyen ölümünden
(Sen de mi Brütüs olayı!)
sonra, Romalılar bu çok sevdikleri imparatorlarının anısına Quintilis (Temmuz) ayının ismini July olarak değiştirdiler.
Ondan sora tahta çıkanlardan, Augustus kendi şerefine, Sex-tilis
(Ağustos) ayının adını kendi ismi ile değiştirerek, bu aya August adını verdi. Ama ortaya başka bir sorun
çıkmıştı. Sezar'm ayı 31
gün, Augustus'un ayı ise 30
gün çekiyordu. Sorunu yine imparatorun kendisi çözdü ve zaten 29 gün olan
Şu-bat'tan bir gün daha alarak Ağutos'a
ekleyiverdi. Böylece iki ay da eşitlenmiş oldu.
îşte size takvimin, niçin 12 ay olduğunun, ayların
isimlerinin nasıl konduğunun ve niçin farklı sayıda günlerden meydana
geldiklerinin, dört sene sonra eklenecek artık günün niçin yılın sonuncu değil
de, alakasız bir şekilde ikinci ayına eklendiğinin küçük bir hikayesi.
Özellikle ortaçağda takvimler üzerinde o kadar
oynanmıştır ki, yapılan bilimsel hesaplamalara göre, İsa'nın bugün kabul edilen
Milattan, yani İsa'nın doğumundan yaklaşık 6 yıl önce doğduğu, 36 yıl yaşayıp
Milattan sonra 30 yılında öldüğü ileri sürülmektedir.
Özellikle kağıt para devrinden önce, alışverişte
kullanılan paralar altın ve gümüş içeriyorlardı. Her devirde olduğu gibi, o
devirde de bulunan bazı düzenbazlar, bu paraları kenarlarından kazıyarak, çok
az miktarda da olsa, bu değerli madenleri biriktiriyor, parayı da tekrar
kullanabiliyorlardı.
O devirlerde tüccarlar, parayı tartıyorlar ve
ağırlığı eksikse kabul etmiyorlardı. Tabii, para da elinizde kalıyordu. Antik
para kataloglarında dikkat ederseniz, paraların büyük bir kısmının tam yuvarlak
olmadığını görürsünüz.
Bu sorunu çözmek ve halkı eksik paraya karşı
korumak için bozuk paraların kenarları tırtıllı yapılmaya başlandı. Bu
tırtıllar sayesinde paranın kenarının kazındığı hemen belli oluyordu ve kenarı
kazınmış parayı kimse almıyordu.
Bu adet günümüze kadar devam etti. Artık içinde
değerli bir maden bulunmamasına rağmen, bozuk paralarımızın kenarlarında ya tırtıl ya da bir yazı vardır.
Günümüzde madeni paralar 'bozukluk' veya 'ufaklık'
adı altında sadece küsuratları ödemede kullanılıyor. Bozuk paralar da para olma
niteliklerini kanundan almalarına rağmen, kullanılmalarında bazı sınırlamalar
vardır.
Gerek kağıt, gerekse madeni para olsun, her
ikisiyle de yapılan ödemeleri kabul etmemek mümkün değildir. Buna 'Kanuni Tedavül Mecburiyeti' denilir ki, kağıt paralarda bu mecburiyet
sınırsızdır. Ödenen miktar ne kadar büyük olursa olsun, bunu karşı taraf kabul
etmek mecburiyetindedir.
Madeni paraların ise mecburiyeti sınırlıdır. En çok
üzerlerinde yazan değerin 50 katını tamamen bozuk para ile ödeyebilirsiniz.
Örneğin 50 bin liralıklarla, 2,5 milyona kadar ödemelerinizi yapabilirsiniz ama
daha fazlasını da bozuk para ile ödeme isteğinizi karşı taraf kabul
etmeyebilir.
Kağıt paraların Merkez Bankası tarafından basıldığı
bilinir de, madeni paraları Maliye Bakanlığı'nın çıkardığı pek bilinmez. Madeni
paraların toplam para stoku içindeki oranı da yaklaşık yüzde l civarındadır.
Hiç dikkat ettiniz mi? İnsan yüzleri kağıt
paralarda önden, madeni paralarda ise yandandır. Madeni paralarda yer çok küçük
olduğundan, kabartma tekniği ile bir yüzün tam detayını vermek mümkün
olamamaktadır. Yandan bir profil kişiyi daha iyi tanınır kılmaktadır
Evde cilalı parke üzerinde çorapla yürürken düşme
olasılığınız, halıya oranla çok daha fazladır. Çünkü halı ile ayağımız
arasında, cilalı parkeye nazaran daha çok sürtünme ve daha fazla temas vardır.
Buzlu bir yüzeyin üzerinde ayağımızın kaymasını benzer bir sebebe
dayandırabiliriz, ancak buz pateni yapanlar pütürlü buz yüzeyinde, düz bir buz
yüzeyinden çok daha fazla bir hızla kayarlar.
Buz, sanıldığı gibi, düzgün bir yüzey olduğu için
kaygan değildir. Olay, buz pateninin çok küçük yüzeyinin buza basınç yapması
dolayısıyla o noktadaki buzun erimesi ve oluşan bu ince su tabakası üzerinde
patenin hareket etmesidir.
İnsan ayağının boyunun ortalama 25 santimetre,
eninin ise 10 santimetre olduğunu kabul edelim. Ortalama insan ağırlığı olan 75
kg., iki ayakla 500 santimetrekare yere bastığında, her santimetrekareye 0,15
kg. ağırlık biner. Topuklu ayakkabı giyen kadınlarda yere basılan alan o kadar
küçülür ve basınç o kadar artar ki, kadınların topuklu ayakkabı izi sıcak
asfaltta kalır, hatta bu basınç nerede ise filinki ile aynıdır.
Ucu neredeyse bıçak gibi olan patenlerin buza değen
alanı o kadar küçüktür ki, erime ısısını l derece azaltmak için 130 kg/cm2
gereken buz yüzeyini derhal eritir.
Buz pütürlü olunca, paten sadece buzun pütürünün
çıkıntılarına basar, böylece temas yüzeyi iyice küçülür ve basınç artar ve buz
daha kolay eriyerek, paten buz ile arasında oluşan ince su tabakası üzerinde
rahatça kayar.
Bu arada buzun bir başka şaşırtıcı özelliğine de
değinmeden geçemeyeceğiz.
Dişimiz ağrıdığında elimizin üzerine konulan buz bu diş ağrısının azalmasına
yardımcı olur.
Vücudumuzun herhangi bir yerinde bir ağrı
oluştuğunda, uyarıcı sinirler buradan orta beyine ağrı sinyalleri gönderirler.
Bu sayede beyin tarafından uyarılarak vücudun doğal
ağrı kesicileri olan 'endorfin'
ve 'enkefolin' salgılanır.
Bu salgıların kaynağa gidebilmesi için sinir
sisteminin diğer bölümlerine, ağrı algılarının geçtiği
diğer kapıları 'kapat' sinyali gönderilir. El üzerinden gelen ağrı
sinyallerinden dolayı salgılanan doğal ağrı kesiciler sonucu yüz sinirlerinden
gelen ağrı kapıları beyinde kapanmaktadır.
Diş ağrılarında vücudun başka bir yerinde değil de
el üstüne buz konulmasının nedeni bu olup, bu noktaya akapuntur uygulanmasıyla da benzer sonuca
ulaşılmaktadır. Baş parmakla işaret parmağı arasındaki bu noktaya HO-KU noktası
denilmektedir.
Birinci Dünya Savaşı süresince birçok ülke
saatlerini yılın belli aylarında yeniden ayarlamaya başladı. Bunun amacı günün
aydınlık saatlerini, insanların uyanık oldukları zamana uydurmak, dolayısıyla
evlerde ve sokaklarda yanan lambalar için gerekli enerjiden tasarruf
sağlamaktı.
Bugün de aynı uygulamaya devam edilmekte, Nisan
ayının ilk pazar gününde saatler bir saat ileri, Ekim ayının son pazar gününde
ise bir saat geri alınmaktadır. Diğer bir deyişle ilkbaharda size kaybettirilen
bir saat, sonbaharda geri verilmektedir.
ABD'de kış aylarında standart zaman, yazlan ise gün
ışığından tasarruf zamanı uygulaması kongre kararı olarak kabul edilmiş
olmasına rağmen bazı eyaletler bu uygulamayı reddetmiştir. Bu eyaletlerde halen
yaz-kış standart zaman uygulaması devam etmektedir.
Yaz günlerinde gün ışığı, yani aydınlık saatler çok
daha uzun olmasına rağmen hala tasarruf için saatlerin niçin bir saat ileriye
alındığı çoğunlukla anlaşılmaz. Bunun en kısa açıklaması 'gece zamanını da
gündüze katmaktır' ama bizler zaten karanlık
olan saat 24:00'de değil de 23:00'de yatmamızın
ülkemize ne kazandıracağım genellikle anlayamayız.
Saatleri ileri almanın kış mevsimi ile alakası
yoktur. Kış aylarında standart zaman uygulanır. Ancak yaz günlerinde çok uzun
aydınlık geçen bir zaman süresi vardır. Amaç bu sürenin başlangıcını ileri
kaydırarak, akşam olma süresini bir saat uzatmaktır.
Yaz günleri hava çok erken aydınlanır. Eğer çiftçi
değilseniz saat 05:00'de uyanmanıza gerek yoktur. Ancak gün ışığından tasarrufa
gerek duymayarak saatlerimizi ileri almasaydık, bakın
ne olurdu?
Dünyada güneşin 21 Haziranda 04:43'de doğduğu bir
yer seçelim. Siz burada yaşıyorsunuz ve saat sekizde işte olmak için saat
altıyı çeyrek geçe yataktan kalkmak zorundasınız. Bu seçtiğimiz yerde güneş
ufukla 6 derece açı yaptığında, standart saat ile saat 05:11 civarlarında etraf
tamamen aydınlanır. Bu durumda ileri alınmış saatler 06:15'I gösterir yani
gerçekte siz işe bir saat erken gitmiş olursunuz ama ışığı yakmadan saate
bakar, tıraş olup kahvaltı yapabilirsiniz.
Akşamları ise, her zaman 24:00'de yatmaya vücudunu
alıştırmış bir insan, bir saat önce yatmak zorunda kalmış olur ama hava
kararınca gece evde ve sokakta lambaların yanma süresi
bir saat kısalmış olur.
Gün ışığından tasarrufun sanayinin kullandığı
elektrikle alakası yoktur. Onlar gece de, gündüz de olsa zaten aynı elektrik
enerjisini harcarlar
Hayvanların yedikleri gıdaların renklerinin,
neresinden çıkarsa çıksın, çıkan şeyin rengi ile bir alakası yoktur. Buna en
iyi örnek inektir. Bir ineğin en çok yediği yeşil renkli otlardır. Bu otlar
ineğin dört odalı midesinde çözülür ve moleküllere ayrılır, moleküllerin ise
renkleri yoktur. Sütün renginin beyaz olmasının nedeni içinde çözünmüş halde
bulunan kalsiyum kasinat (case-inate)tır.
Peki o zaman dışkı niçin kahverengi, idrar niçin
açık san renktedir? Dışkının kahverengi olmasının sebebi bağırsaklarda hazmı
sağlayan sıvılar, özellikle de safra suyudur. Safra suyu asdan değil, sirklerdeki trapezciler gibi geriye
yarım ters takla atmaktadırlar. Tavana yaklaşınca, ön ayaklarını başlarının
üzerine çekerek ters dönmekte ve tavana önce ön ayakları ile dokunmaktadırlar.
Sonra sıra ile diğer ayaklarını da koyarak vücutlarının tavanda tutunmasını
sağlamaktadırlar
İnsanların dokundukları anda kömür oldukları
binlerce volt cereyan taşıyan elektrik tellerine konan kuşlar nasıl oluyor da
cereyana kapılmıyorlar? Çünkü topraklanmamışlardır. Çünkü tam bir devre meydana
getirmezler. Çünkü kısa devre yaratmazlar. Tüm bu ' çünkü' lerin anlamı esasında aynı yola çıkar.
Elektriğin, elektronların komşu atomlara çarpıp
onları titreştirmesi ile iletilen bir enerji olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir
jeneratörden, kablonun içindeki iki telden biri ile çıkan akım, lambayı yakıp,
görevini yaptıktan sonra diğer nötr telden geri döner.
Elektrik akımı direnci sevmez. Eve dönmek için
daima en kı-
sa ve kolay
yolu tercih eder. Bir su birikintisi içinde iseni/ ve elektrikli bir tele dokunursanız, akım
telden en kolay yol olan vücudunuza girer, oradan da son derece iletken olan su
birikintisine geçerek,
topraktan eve döner.
Elektrik telleri üzerine konan kuşların toprakla
alakaları yoktur. Onlar elektriğin evine dönmesi için bir kısa yol yaratmazlar.
Elektrik onların vücudundan gelmektense, kendisine
kuş vücudundan daha az direnç gösteren, iki ayakları arasındaki teli tercih
eder. Kuşlar da bu nedenle bütün bir gün boyu, yüksek voltaj taşıyan, çıplak
elektrik telleri üzerinde durabilirler.
Eğer bu arada kuş kazara elektrik tellerini taşıyan
direğe temas ederse, elektrik akımı kuşun gövdesi ve direk yolu ile toprağa
geçer ve kuş ölür. Yüksek enerji hatlarının direklerinde oturan kuşların
telleri gagalama alışkanlıkları vardır. Bir zamanlar Almanya'da bu şekilde kuş
ölümleri o kadar arttı ki, direkler ve destekler topraktan izole edilerek
kuşlar ölümden kurtarılırdı.
Yüzyıllarca önce insanlarda şeytani güçlerin, bebeklerin
veya küçük çocukların odalarında dolaştıklarına, onların vücutlarına girmek için fırsat kolladıklarına ilişkin ortak bir
inanç vardı. Ayrıca bu şeytani güçlerin, mavi renk tarafından kovulduğuna da
inanılıyordu. Çünkü mavi göklerin rengi idi. Hatta bugün bile hala Ortadoğu'da
şeytanı kovmak için, bazı evlerin kapıları maviye boyanmaktadır.
O zamanlarda, sülalenin devamı için, erkek bebeklerin
önemi daha fazla olduğu için, şeytan korkar da gider diye, erkek bebeklerin ve
küçük erkek çocukların giysilerinin mavi olması adet haline geldi ve yüzyıllar
boyunca devam etti.
Çok sonraları kız bebekler de "erkek bebekler kadar
önem kazanınca", onların giysilerine de bir renk verilmesi ihtiyacı doğdu
ve de çiçeklerin en güzeli olan gülün rengi, yani pembe renk verildi.
Hakikaten, niçin erkeklerin tüm giysilerinde düğmeler
sağda, ilikler solda iken kadın giysilerinde tam tersidir?
İşte, insanların daha çok sağ ellerini kullanmalarından
dolayı yerleşen bir alışkanlık daha. Sağ elini kullanan bir insan için, sağdaki
bir düğmeyi, soldaki bir iliğe geçirmek daha kolaydır. Bu nedenle de erkeklerin
düğmeleri daima sağdadır.
Peki kadınların düğmeleri niçin solda? Kadınların
çoğunluğu da, daha çok sağ ellerini kullanmıyor mu?
Giysilerde düğmelerin kullanılmaya başlanıldığı ilk
zamanlarda, düğmeler hem çabuk kırılabiliyordu, hem de herkesin alamayacağı
kadar pahalı idi. Düğme alabilecek zengin kadınlar da, uzun elbiselerini ancak
hizmetçilerinin yardımı ile giyebiliyorlardı.
Hizmetçiler ise hanımlarının karşısında, onların
düğmelerini, sağ ellerini kullanarak daha rahat ve daha hızlı
ilikleyebiliyorlardı (tabii erkeklerin de daha hızlı çözdüklerini söylemeye
gerek yok). Bu neden(ler)le, terziler düğmeleri
hizmetçinin sağına, hanımının ise soluna gelecek şekilde diker oldular.
Günümüzde her kadın, kendi kendine giyinip soyunmasına rağmen nedendir
bilinmez, bu adet değişmedi.
Tokalaşma aslında çağlar öncesi bir adet. Çok eski
çağlarda, tüm erkekler bir silah taşıyor ve çoğunluğu da bu silahı sağ eli ile
kullanıyordu.
Bir erkek diğerine dost olduğunu, elinde silah
bulunmadığını göstermek için, boş sağ elini uzatıyor, diğeri de aynı şeyi
yapıyordu. Ama her iki taraf da kendini emniyete almak, diğerinin aniden silah
çekmesine mani olmak için, birbirlerinden emin olana kadar, birlikte ellerini
hafifçe sıkarak duruyorlardı.
Tokalaşırken elleri sallama alışkanlığı, elleri daha iyi
kavrayarak, rakibin giysisinin içinden aniden bir silah çıkarmasını önlemek
için başlamış olabilir. Ancak sonraları dostluğun bir ifadesi oldu.
Bu geleneğin kökeni eski deniz savaşlarına kadar uzanıyor.
O devirlerde her bir savaş gemisinin direğinin tepesinde dalgalanan kendine
özgü renkli bir bayrağı vardı. Bir deniz savaşından sonra yenilen gemi, galip
tarafın bayrağını asmak zorundaydı, bunun için de kendi bayrağını yarıya
çekerek üstte yer bırakırdı.
Günümüzde böyle bir durum söz konusu değilse de,
bayrakları yarıya indirmek bir saygı ifadesi olarak kaldı. Milletlerin matem
günlerinde, önemli devlet adamlarının ölümünde, diğer milletlerin de
bayraklarını yarıya indirmeleri, mateme katılmak anlamında uluslararası bir
gelenek haline geldi.
Hangi ulustan olursa olsun denizde birbirinin yanından
geçen gemilerin, geçiş
süresince bayraklarını yarıya indirmeleri geleneği, saygının bir ifadesi olarak
günümüzde hala devam etmektedir.
Şemsiyeler ilk olarak 3400 yıl önce Mezopotamya'da, bir
rütbenin, bir ayrıcalığın sembolü olarak kullanılmaya başlandı. Bu ilk
şemsiyeler Mezopotamyalıları yağmurdan değil, yakıcı güneşten korumak için
kullanılıyordu.
Şemsiyeler yüzyıllar boyu hep güneşten korunmak için
kullanıldı. Bugün bile bazı Afrika kabilelerinde şefin arkasında yürüyen bir
şemsiye taşıyıcısı görülmektedir. Hatta İngilizce'de şemsiye anlamındaki 'umbrella' kelimesi, Latince gölge
anlamına gelen 'umbra'
kelimesinden türemiştir.
Milattan önce 1200 yıllarına gelindiğinde şemsiye
Mısırlılarda biraz dini bir anlam kazandı. Gökyüzünün Tanrının vücudundan
yapılmış, dünyayı koruyan bir şemsiye olduğuna inanıyorlardı ve başlarının
üzerinde taşıdıkları şemsiye yüksek ahlak sembolü idi.
Romalılar şemsiye kültürünü Mısırlılardan aldılar ama onu
hep kadınsı bir sembol olarak gördüler ve erkekler tarafından hiç kullanılmadı.
Yağlı kağıttan yapılan şemsiyelerin yağmuru da geçirmediği görülünce, kadınlar
tarafından yağmurda da kullanılmaya başlandı. Artık antik tiyatrolarda,
yağmurda kadınlar şemsiyeler altında rahat rahat otururlarken, erkekler şırıl sıklam ıslanıyorlardı.
Avrupa'da şemsiyelerin yaygın olarak kullanılmasına
1700'lü yıllarda başlanmıştır. Bu yıllarda şemsiyelerin yünlü kumaşlarının üstü
bir çeşit yağ ile sıvanıyordu. Bu yağ kumaşa su geçirmez bir özellik
kazandırıyor ve siyah bir renk veriyordu. Siyah renkli bu şemsiyeler erkekler
tarafından da benimsendi ve güneş için olan beyaz şemsiyeler kadınların, yağmur
için olan siyahlar ise erkeklerin vazgeçilmez aksesuarları oldu.Bir çeşit yağ
ile sıvanan siyah şemsiyeler gerçekten yağmuru hiç geçirmiyorlardı ama ömürleri
de pek uzun sürmüyordu. Zamanla daha kaliteli şemsiyeler üretildi, ancak siyah
renk su geçirmezliğin bir garantisiymiş gibi algılanmaya devam edildi.
Günümüzde yazın şemsiye kullanma adeti pek kalmadı ama yağmurda erkekler siyah
şemsiye taşımada hala ısrarlı. Kadınlar ise cıvıl cıvıl renklerdeki şemsiyelerle dolaşıyorlar.
Örümcekler günümüz teknolojisinin bile çözemediği
inanılmaz canlılardır. Örümcek ağının çok özel nitelikleri olan sağlamlık ve
esneklik bugüne kadar taklit edilemedi. Aynı çaptaki bir çelik telden iki kat
daha güçlü olan bu doku ne kadar çekilirse çekilsin orijinal durumuna dönecek
kadar esnektir.
Örümcek ağları kendine yüksek hızla çarpan
nesneleri yırtılmadan esneyerek frenler. Tekrar gerisin geriye yaylanmadığından
nesne ters yöne fırlamaz, yapışır kalır. Örümcek ağının esneme kapasitesi bugün
yapay olarak üretilmiş en iyi telin neredeyse dört katıdır.
Bu maddeyi yapay olarak elde etmeyi hala
başaramayan bilim insanlarının örümcek çiftliği kurup, örümcekleri sağarak,
ipliklerini aldıklarını biliyor muydunuz? Yaklaşık 2,5 santimetre boyundaki bu
örümceklerden günde hayvan başına 320 metre (yaklaşık 3-5 gram) iplik elde
ediliyor ve bu iplikler ABD ordusuna kurşun geçirmez yelek yapmada
kullanılıyor.
Dünyada 34 bin örümcek cinsi tespit edilmiştir.
Yani her cins örümcek farklı özellikler taşır. Örümceklerin hepsinde zehir
bezleri vardır, ama karadul örümceği, kahverengi örümcek gibi çok az türü
insana zarar verebilir. Dünyanın en büyük örümceği ise Güney Amerika'nın kuzey
kısmında yaşayan 'Goliath Tran-tula' isimli dev örümcektir. Erkeğinin bacağının
boyu 25 santimetreyi bulur. Kurbağalan, kertenkeleleri, fareleri ve hatta küçük
yılanları yakalayıp yiyecek kadar güçlüdür.
Bir karıncayı alın, suyun içine batırın, saatlerce tutun
ölmez. Sudan çıkardığınızda ölü gibi görünür ama birkaç saat içinde kendine
gelir. Biz insanlar böyle suya batırılsak, nefes alamadığımız için
oksijensizlikten ölürüz ama su karıncaların çok ince olan nefes tüplerinden
içeri giremez. Karbondioksitten narkoz yemiş gibi olurlar. Tabii ki bu süre çok
uzarsa onlar da ölürler ama dayanma süreleri inanılmazdır.
Ne var ki, karıncalar yağmur ve seller altında bu şekilde
nefeslerini tutarak mücadele vermiyorlar. Yağmuru hissedince yuvalarına
giriyorlar ve giriş yollarını tıkıyorlar. Ateş karıncası denilen bir türünde
ise karıncalar birbirlerine tutunarak sel sularının üstünde yüzüyorlar. Bir
yerde karaya vurup çıkıyorlar. Tabii kraliçe karınca ortada, yüksekte ve mümkün
olduğunca kuru tutuluyor.
Karınca yuvaları inşaat tekniği olarak örnektirler.
Yuvanın girişine bağlı ve buradaki suyu alıp başka tarafa verebilen birçok
tünel daha inşa ederler. Bazıları ise yuvalarının üstünü öyle sağlam kapatırlar
ki, sel sularının bir evin çatısının üstünden aşması gibi geçip giderler.
Yine de bir aksilik olur, yuva su ile dolarsa, karıncalar
çöp ve yaprak parçalarına veya yukarıda belirtildiği gibi birbirlerine tutunup
yüzebilirler. Çok şiddetli yağmurdan sonra oluşan çamur tünellerini kapattığı
zaman ise yuvalarını yeniden inşa etmek zorunda kalırlar.
Gündelik hayatta artık yaygın olarak kullanılan mikrodalga
fırınların kapaklarında kaçak yapmamaları, insanlara zarar vermemeleri için özel
tedbirler alınır. Ancak bir mikrodalga fırınına girmiş karıncaya, fırın
çalıştığı sürece bir zarar gelmeyeceğini biliyor muydunuz?
Mikrodalga fırınlarında ışın yoğunluğu bir noktaya göre
ayarlıdır. Bu nokta hemen hemen
fırının ortasıdır. Bu nedenle yiyecek, her tarafı eşit pissin diye ortada dönen
bir tabla üzerine konulur. Karıncalar fırında ışınların daha az yoğun olduğu
bölgeleri hissederler. Zaten sıcak bölgelere girseler de, vücut yüzey
alanlarının hacimlerine oranla yüksek olması nedeni ile ılık bölgeyi bulana
kadar kendilerine zarar gelmez.
1991 'de Avusturya Alpleri'nde
buzullar arasında donmuş bir erkek cesedi bulundu. Şaşırtıcı olan cesedin 5.200
yıl önce yaşamış birine ait olması ve bugüne kadar hemen hemen hiç bozulmadan kalabilmesiydi. 'Alp Çobanı'
adı verilen bu,cesette dikkat çeken bir başka husus da, yüzünde sakal ve bıyık
olmamasıydı.
Arkeologlara göre erkekler tarih öncesi devirlerde de
tıraş oluyorlardı. Mağara duvarlarındaki bu devirlerden kalma resimler sakal
tıraşı için kabukların, köpekbalığı dişlerinin, en çok da keskinleştirilmiş
çakmaktaşlarının kullanıldığını göstermektedir. Günümüzde keşfedilen bazı ilkel
kabilelerde çakmaktaşının bu amaçla kullanıldığı gerçekten de görülmektedir.
Mısır'da açılan mezarlarda eski Mısırlıların M.Ö. 4. yüzyılda sakal kesmek için
kullandıkları altın ve bakır aletler bulunmuştur.
Tarih öncesi erkeğinin sakal tıraşı olma nedeni,
kesilmezse 150 santimetreye kadar uzayabilecek olan sakalın hareket
kabiliyetini hayli kısıtlamasıdır. Ancak sinek kaydı tıraş olma ihtiyacının
nedeni bilinmemektedir. Her gün kesilmesi gerekiyorsa erkekler niçin sakallı
yaratılmışlardır, o da ayrı bir konu. Erkekler günümüzde olduğu gibi geçmiş
zamanlarda da din, toplumsal konum ve moda gibi nedenlerle tıraş oluyorlardı.
Örneğin, Roma'da sadece özgür insanlar tıraş
olabilirdi.
MS. 14. yüzyılda şimdiki usturanın ilkelleri ortaya
çıkmaya başladı, ama erkeklerin acılı ve kanlı tıraş derdi 20. yüzyılın
başlarına kadar devam etti. King
Camp Gillette (jilet) ABD'de 1901 yılında ilk iki taraflı
jileti keşfetti. Ancak Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar 168 jilet ve 51
makine satabilmişti. Savaş başlarında ABD hükümeti ordunun ihtiyacını
karşılamak için firmaya 3,5 milyon tıraş makinesi sipariş etti. Böylece tıraş
bıçağı bir sektör haline geldi
Kısa bir süre sonra eski bir kılıç üreticisi olan Wilkinson firması da tıraş bıçağı
üretimine geçti ve bu ikili günümüze kadar piyasanın devleri olarak geldiler.
Günümüzde Gillette dünya
pazarının yüzde 66'sini elinde bulundururken, Wilkinson'un payı yüzde 20'dir. Daima sektörün
motoru olan Gillette
aslında kaşifinin ve firmanın ismi ve bir marka iken ürünün de ismi haline
gelmiştir.
1950'li yıllarda ilk elektrikli tıraş makineleri devreye
girdi. Aynı yıllarda ise paslanmaz çelik tıraş bıçağı piyasaya çıktı. Günümüz
erkeklerinin yaklaşık yüzde 80'i ıslak tıraşı yani tıraş bıçağı kullanmayı
tercih ediyor. Dünyada tıraş olan 2 milyar erkek ve her birinin yüzünde
ortalama 15 bin kıl varken ve hele hele
bu kıllar günde yaklaşık 2 milimetre uzarken, yani bir erkeğin ömrünün ortalama
100 günü tıraş olmakla geçerken, kim bükebilir tıraş bıçağı sektörünün
bileğini?
Takılar hariç üzerimizdeki her giysinin bir fonksiyonu
vardır. Peki kravatın boğazı sıkmaktan başka fonksiyonu nedir? Her iki yakayı
bir araya getirmekse düğme o işi görüyor. Düğmeleri örtüp giysimizi güzel ve
renkli kılmaksa kadınlar niye takmıyor? Pek de kravat sever bir millet
olmadığımız açıktır ama ister inanın, ister inanmayın kravatın ortaya çıkışında
Türklerin de rolü var.
1660'da Osmanlılar Avusturya ordusuna yenilince o zamanlar
Avusturya-Macaristan imparatorluğu sınırları içinde olan Hırvatistan'dan (Croatia) bir alay asker zaferin
kahramanları olarak Paris'e götürüldüler ve kralın huzuruna çıkarıldılar. Bu
askerler boğazlarına renkli mendiller takmışlardı. Bu mendiller Romalılar
devrinde hatiplerin, ses tellerini sıcak tutmak için boğazlarına sardıkları
mendillere benziyordu. Kral çok beğendi ve kendisi de krallık kravatları takan
bir alay kurdu. Kravat kelimesi de Hırvat anlamındaki 'Croat'tan türedi.
Çok geçmeden
bu moda İngiltere'ye sıçradı. Hiçbir centilmen boğazına bir şey sarmadan
kendini iyi giyinmiş hissetmiyordu. Kravat o zamanlar o kadar yüksek bağlanırdı
ki, insanlar vücudunu döndürmeden etrafa bakamıyorlardı, ama hiç olmazsa bir
faydası vardı. Kılıç darbelerine karşı boyunu koruyordu.
Kravat çeşitli şekillerde yüzyıllarca yerini korudu,
yüzden fazla değişik bağlama şekli geliştirildi. Bağlama şekilleri üzerine
kitaplar yazıldı. 1960 gençliğinin düzene baş kaldırması sırasında biraz gözden
düştü ama 1970'li yıllardan başlayarak popülaritesi yine arttı. Tabii ki
patronlar kravat takınca çalışanlara da başka seçenek kalmıyordu.
Kravatlar erkeklerin elbise dolaplarının en kolay
yıpranabilir aksesuarlarıdır. Genellikle erkekler kravatı düğümünün bir
tarafından, ince ucunu Çekerek çıkarırlar. Halbuki doğru yol kravatı bağlarken
hangi hareketleri yaptıysanız, sökerken de ters sıra ile aynısını yapmanızdır.
Kravatı çıkardıktan sonra her iki ucunu birleştirip iki
kat yapmanız, parmağınızın üzerine bir kemer gibi sarmanız, parmağınızı içinden
çektikten sonra bütün gece o şekilde muhafaza etmeniz uzmanlar tarafından
tavsiye ediliyor. Eğer söz konusu olan bir ipek kravat ise sabahleyin de hemen
askıya asmanız gerekiyor, bu şekilde içindeki fiberler orijinal şekillerine
gelecektir. Son bir uyarı: Üzerinde leke olsa bile ipek kravatları kuru
temizlemeye göndermeyin, deforme olabilirler, mümkün olduğunca kendiniz
temizlemeye çalışın bu da bir sonuç vermezse dikişlerini söküp mendil olarak
kullanabilirsiniz.